Yazan : Bilal Yıldırım


24 Ağustos 2006


"Unuttuklarımızı hatırlamak için ..."

Kara kuru, çelimsiz, on iki, on üç yaşlarında bir çocukla, yeşil gözlü, kırmızı yanaklı, gür siyah sakallı, saçları biraz sarıya yakın renkte, orta yaşlarda, bir adam, birlikte, hayvanlarının önünde, yürüyorlardı. Adam öndeydi. Arkasında ise zayıf, kemikleri çıkmış bir katır vardı. Katırın sırtında, iki dolu domates sandığı ile semerin ortasına konmuş, içinde, seçilmiş iri domatesler bulunan, hayıtlık çubuğundan yapılmış, irice bir sepet vardı. Arkadaki kısrak ise, önde yürüyen çocuğun aksine, bakımlı ve küheylan bir hayvandı. Ona da, iki sandık ile birlikte bir sepet domates yüklemişlerdi. Sepetin altında da Yörük dokuması, boş bir heybe vardı.


Ay tam alınlarında, yusyuvarlak ve her tarafı gündüz gibi etmişti. Yıldızlar sönüktü ve çok azı görünüyordu. Bali´den yokuş aşağıya, taşlı, patika yoldan, nal şakırtısıyla, Allı´nın deresine doğru iniyorlardı.Yolun burasını geçerler ise bundan sonrasını korkmadan gidebilirdi. İlk defa bir gece yolculuğuna çıkan çocuk böyle düşünüyordu.


Hiç konuşmuyorlardı. Çocuk dereye doğru yaklaştıkça, kısrağın yularına, daha sıkı sarılıyor, karanlık gecelerde, yarı aydınlık ocak başlarında anlatılan, cin hikayeleri, aklına geliyor, tedirginliği ve korkusu biraz daha artıyordu.


Akşam yemeğinden hemen sonra yatmışlar, gece yarısı geri kalkmışlardı.Yüklerini, hayvanların sırtına yükleyip, yola koyulmadan, çocuğun anası, sıkı sıkıya, alacaklarını tembihlemişti. İstenilenler; bir şişe gaz yağı, üç kalıp sabun, üç kilo şeker, bir kilo tuz ve biraz da yiyecekti. Kırmış, fıstık, lokum, sucuk, helva ve somun ekmek en bilinen yiyeceklerdi. Somun ekmeğin içine helva doldurulur, sokum yapılarak yenilirdi..


Bu yükleri, civar köylerde oturan herkes gibi, hale, satmak için götürüyorlardı. Sabah ezanı okunmadan, İskenderun´da halde olmalıydılar. Sattıklarının parasıyla da ihtiyaçlarını alacaklardı.


"İki yer tehlikelidir." dedi. Adam ilk kez konuşuyordu.


"Bir bu dere bir de Kerkip´in aralığı.Bu derede cinler olur, Kerkip´in aralığında ise zehirli yılanlar."


Adam, konuşmasa daha iyiydi. Şimdi çocuğun korkusu ve tedirginliği daha da artmıştı. Bu dereyle ilgili, anlatılanları tekrar hatırladı. İçinde bir ürperti hissetti. Sonra, Jandarma Nuru´nun gördüğü, cin hikayesi aklına geldi. Jandarma Nuru, yaylada yakın komşularıydı. Demek ki cin vardı ve bunu en yakın komşularından biri görmüştü. Anlatılan hikaye şöyleydi.


Akşam olmuştur. Köyün çobanları, birlikte güttükleri, koyun ve keçileri ,çıngırakların ve çobanların bağırışları içerisinde, köye getirmişler, herkes mallarını, ağıllara koymuş ve ortalıkta, hiçbir ses seda kalmamıştır.


Komşuları Jandarma Nuru, abisi ve çocukları ile birlikte, akşam evlerinde, fannis ışığında otururken, evlerinin alt tarafında bulunan dereden yukarıya doğru gelmekte olan bir kalabalığın sesini duyarlar. Bu gürültünün içinde, çalan davullar ve zurnalar da vardır.


"Bizim köyde yada yakın köylerde bildiğimiz duyduğumuz bir düğün var mı hanım ?" der. Jandarma Nuru.


"Yoksa bizim mi haberimiz olmadı."


Jandarma Nuru, düğün dernekten hoşlanan birisidir. Onsuz düğün olmaz dense yeridir. Tüm düğünlerde bulunur ve kendisine has oyunlarını oynar ve herkeste pür dikkat kendisini seyreder.


Seğmenler, davullar ve zurnalarla, evin hemen yanına gelmiştir. Abdallar, oynak Kırıkhan oyun havaları çalmaktadırlar. Seslere bakılırsa da, bunlar yukarıya doğru gitmektedir.


Yukarıda kimin düğünü var? Bugün ve bu akşam saatinde bunlar nereye ve kime gitmektedir. Düğünler, buralarda, hamis günü yapılmaz. Bunlar da kim olabilir?


Jandarma Nuru evde, çoluk çocuğun seslerine değil de gelen davul zurna sesine kulak vermiş onları dinlemekte ve bunları düşünmektedir. Evet bunlar kesin olarak bir düğüne gitmektedirler deyip hemen hazırlığa başlar. Ceketini giyip, dışarıya çıkar. Postallarını alır.Bu ara abisi içerden seslenmiş, onun söylediklerini duymamıştır bile.


"Yahu nereye gidiyorsun diyorum hiç ses vermiyorsun" diye sertçe çıkışır.


"Duymadım" der.


"Tabii duymazsın gene davulun sesini duydun. Her şeyi unuttun.Yarın çifte gidecektik. Bu düğün işi de nerden çıktı.Yahu sen bu işten vazgeçmeyeceksin. İşimiz gücümüz var. Senin aklın ise, düğün dernekte."


Söylenenlere hiç kulak vermez. Ha bire postallarının ipini bağlamaya uğraşmaktadır.


"Yahu sonra yaparız.Dünyanın sonumu geldi." der ve hızla derme çatma, ağaçtan yapılmış dış avlunun kapsalığını kapatıp, evin biraz öbür tarafında sesleri duyulan, seğmene doğru yürümeye başlar.


Ortalık iyice kararmıştır. Biraz yukarıya duman çökmüş, tam olarak gidenler görünmemektedir. Koşarak kestirmeden yetişmeye çalışır. Nefes nefese kalmıştır.Ama bunlar nereye gidiyorlar diye, bir taraftan da düşünmektedir. Bu yanda, düğün yapacak birisi yok, bu yolun sonu ormana çıkıyor. Bir hay edip, yetişmeye çalışır ve arkalarından bağırır.


"Nereye gidiyorsunuz.Bekleyin."


Duran eden olmaz.Doğruca ormana gitmektedirler.Bir daha can havliyle koşup en arkadakine yetişir ve bağırarak.


"Yahu nereye gidiyorsunuz.Burası yanlış yol.Bu yol ormana gidiyor.Geri dönün." der.


En arkadaki adam."Arkadaş sen gelmek istemiyorsan gelme.Bizim yolumuz bu yöne.Biz böyle gidiyoruz." der ve ekler.


"Al şu düğün lokumunu da en iyisi sen evine geri dön."


Duman çökmüş ortalık zifiri karanlık olmuş,göz gözü görmemektedir. Bir anda ses seda da kesilmiştir. Ortada ne düğüncü, nede seğmen kalmıştır. Ne olup bittiğini, anlamamış, öyle kala kalmıştır. Bildik köyün köpeklerini duymaya başlar. Ormandan, gece kuşlarının sesleri gelmektedir.


Yapacak bir şey kalmamıştır. Somurgaç çalılarının içinden yürüyerek eve geri döner.


"Ne oldu?"


"Neden geri geldin?"


"Onlara ulaşamadım. Son bir adama ulaştım. Bu yol yanlış dedim.


O da bana sen gelme o zaman. Al şunu." dedi.


"Neymiş o ?"


Avucunu açtığında birde ne görsün.Taze katır pisliği.


Onu görür görmez.


"Bismillahirrahmanirrahim."


"Sen cinlerle karşılaşmışsın gardaşım" der abisi.


Tam kırk gün ateşler içinde kıvranarak yattıktan sonra iyi olur.


Çocuk bir yandan besmele çekip, dualar okuyor, bir yandan da bildiklerini unutmaya çalışıyordu. Ama nafile. Şimdiye kadar duyduğu tüm cin hikayeleri, gözünün önündeydi. Hele dereye yaklaştıkça, içi ürperiyor, korkusu biraz daha artıyordu. Evet bu dere, cinli dereydi. Bir besmele daha çekti. Başka bir dua okudu. Nafile. Cinler aklından çıkmıyordu. Bu dere ile ilgili anlatılanda şöyleydi.


Gene bir yaz günü Körfezin üzerinde, güneşin nar gibi kızardığı, zamandı. Güneşin batmasına çok az bir zaman kalmıştı. Şehrin üzerine sis çökmüş, ormandan cırlavıkların kulakları tırmalayan sesleri geliyordu. Biri katırlı, biri yayan İskenderun´dan gelen iki kişi, üç saate yakın yol yürüyorlardı.


Aşağısı çok sıcaktı ama yukarı yaylaya doğru çıktıkça hava serinliyordu. İşte bu dereye gelmişlerdi. Derenin içlerine, güneş varmıyordu. Ceviz ağaçlarının gölgeleri, iyice karanlımış, derenin daha arka tarafları, görünmez olmuştu.


Bunlardan Damadın oğlu, katıra binmiş, biraz önde gidiyordu. Arkadan yayan gelen, ceviz ağacının dibinde, bir kımıltı hissetti. Durdu, iyice baktı. Karanlıkta yüzü tam seçilemiyordu ama, birisi,büyük taşın üzerine oturmuş, kendisine, eliyle gel işareti yapıyordu.


Yoldan çıktı, hemen derenin kenarındaki, ceviz ağacına doğru yavaş, yavaş yürüdü. İyice görebilecek kadar yanına yaklaştı. Çıplak bir kadın bir eliyle saçlarını tarıyor, diğer eliyle de, işaret ediyordu. Aklından, deredeki sudan yıkanıp, elbiselerini mi kurutuyor diye geçti. Ama niye kendisini çağırsın ki diye düşündü. Aklı karışmış, ne yapacağını bilemiyordu.


Hızla geri döndü ve yola çıktı, arkadaşının arkasından yetişmek için adımlarını sıklaştırdı. Ormana girmişti. Büyük bahraz ağaçlarının altından geçti ve ıslık çalmaya başladı.Biraz sonra da arkadaşına yetişti.O da katırını durdurmuş, bekliyordu.


Olup biteni bir solukta anlattı. Korktuğunu ve ne yapacağını bilemediğini söyledi. Katırın sırtında düşünceli, düşünceli bir şekilde duran adam;


Bak dedi."Bence o bir kadın olamaz. O bir cindir. Çünkü buralarda, bu vakitlerde yalnız olarak soyunup yıkanacak bir kadın yoktur. Burada oturanları biliyorum.Onlar, su almak için buraya gelmezler.Evlerinin yanında pınarları var. Olsa, olsa bu, bir cin olabilir. Cinden başkası olamaz. Bak bu yerde böylesiler çok görülüyor. Sende duymuşsundur. İyi ki ona yaklaşmadın. Seni çarpabilirdi."


Çocuk, bunları düşünüyordu. Korkmamak için de kısrağın yularına sıkı sıkıya sarılarak, hayvana daha da yaklaşıyordu. Böylece dereyi geçtiler. Rahatlamıştı. Bir hayvanın zar zor sığdığı, yamaç sıra giden, patika yolda ,ayın aydınlığında yürümeye devam ettiler.Ve biraz gittikten sonra, hem yollar düzelmiş ve hem de çocuğun içindeki korku, iyice geçmişti.


Karacalara vardıklarında, gümüş rengine boyanmış denizi gördü, onu ayaklarının altında hissetti. Deniz o kadar yakındaydı ve çok güzel görünüyordu. Şehrin ışıkları kıpır kıpırdı. Bunları seyrederek yokuş aşağısına dolana, dolana indiler.


Dar köy yolunun üzerini ağaçların örttüğü, karanlıktan ne var ne yok, tam görünmeyen, Kerkip´in aralığında, yılanlardan korunmak için hayvanlarını, önlerine aldılar ve kendileri de arkalarından yürüdüler.Artık korkacak çekinecek tehlikeli bir yer kalmamış, gidecekleri yol azalmıştı.


İndikçe sıcaklık artmış, yaylanın buz gibi havasından bir eser kalmamıştı. Çekirgeler her tarafta, koro halinde ötüyorlardı. Yol kenarlarındaki incirlerden, görebildiklerini birer ikişer kopardılar ve ağaçlarla çevrili, çamurlu yolları geçip, köyün dışına çıktılar. Deniz ve İskenderun tekrar görünmüştü. Denizde, ışıkları sönmemiş iki büyükçe gemi ile uzakta lambaları belli belirsiz görünen balıkçı tekneleri vardı.


Sağ salim yola varmışlardı, kıyıyı takip ederek limanı geçtiler. Çay Mahallesinde kurulan hale vardılar.Daha sabah ezanı okunmamıştı.Yüklerini komisyoncularına indirip, kendileri gibi köylerden yük getiren, köylülerin gittiği, Mercan Hana, hayvanlarını bağladılar. Hanın hemen dışında, helva ekmek satan dükkana girdiler. İçerisinde on kişi vardı. Adam selam verdi. Çocukta, arkasından girdi ve bir kenara oturdular. Sıcak somunun içine konmuş helvaları bir iştahla yediler. Karınları doymuştu.


Amcasının oğluyla beraber, öğlen namazından sonra, hale tekrar uğradılar. Komisyoncudan yüklerinin satıldığını öğrendiler. Biraz bekleyip hesaplarını aldılar., Uzun çarşıya gelip tanıdıkları dükkandan sipariş edilenlerden, yiyecek hariç, diğerlerini aldılar. Çocuğun yiyecek almaya parası yetmedi.Acıkmışlardı.


Aldıklarını oraya bırakıp sıra, sıra dükkanların önünden geçtiler. Hava çok sıcaktı. Sanki asfalt, yeni kaynamışta yola dökülmüş gibiydi. Ayakkabılarına yapışıyordu.Yayla adamları için buralarda yaşamak zordu.


Köşede berber dükkanının önünde durdular. Adam selam verdi. İçerde tıraş olan iki kişi ile, sıra bekleyen biri daha vardı. Dönüşte uğrayacağız deyip, dört köşe düzgün kesilmiş taşlardan yapılı, kaldırımdan yürüyerek, sol tarafa döndüler. Adam;


"Bu adam Kara Fakı işte. Biliyor muydun." Deyince hemen köyde anlatılanlar, aklına geldi.


Köylülerden biri bir gün dükkana gelir ve;


"Hısım." Der. "Biraz paraya ihtiyacım var.Varsa versen. Sonra geri veririm."


"Baksana sen." der Fakı.


"Biz burada, para için, it kılı kırkıyoruz ."


Tıraş olan müşteri dik, dik bakınca da.


"Aldırma sen." der.Lafın gelişi.


Demek ki o, bu adammış diye mırıldanır.


Fırının hemen yanında, dış kapıları camlı, lokantadan içeri girdiler. İçerde, sekiz masa vardı. Öndeki iki masa doluydu. Hemen arkasındaki masaya gidip, oturdular.


Karşılarında, biraz ileride, kaymakamlık binası görünüyordu. Ön bahçesinde dört adet palmiye ile kırmızı sarı rengarenk açmış çiçeklerin içerisinde güller vardı.Ve hemen arkasında da masmavi bir deniz ve üzerinde taklalar atan martılar. Garson, sipariş almaya geldiğinde;


"Ben güveç ile pirinç pilavı istiyorum." dedi çocuk.Adam bu yemek adını, nerden biliyor diye şaşırmıştı.ve çocuk devam etti.


"Babamla, buraya daha önce birlikte gelmiştim.Yemeğin adını ondan öğrendim. Hoşuma gitti.Tas gibi, kiremitten yapılmış, kap içinde fırında pişirilip sıcak, sıcak geliyor. İçerisinde patlıcan, domates, yeşil biber, soğan, kuş başı etle, bolca diş, diş konmuş sarımsaklar var. Bak. Şu girişteki, masada oturan da, Lokantacı Süleyman Efendi. Buranın sahibi. O babamı tanıyordu."


Yemeklerini yedikten sonra, pazara mal getiren köylülerin gittiği, çaycıya girip, çaylarını içtiler. Sıcaktan yüzlerinde boncuk, boncuk terler olmuş, elbiseleri yaşarıp sırtlarına yapışmıştı. Hava o kadar sıcaktı.


Gitme zamanı gelmişti. Halden, sandıklarını ve sepetlerini yükleyip, kendileri gibi yük getiren köylülerle birlikte, hazırlıklarını yaptılar, hayvanlarına bindiler. Geldikleri yolu gündüz gözüne, kalabalık halde, çıkacaklardı. İmamın, öğle namazından önceki vaizde, kısaca,


"İslam alimlerinin çoğunluğu, cinlerin tesirinden kurtulmak için Kur'an okumanın yeterli olacağını belirtmişler ve başka bir yola başvurulmasını doğru bulmamışlardır.


Şu halde Müslüman bir kimsenin cinlerden korkmaması ve Allah'ın izni olmadan, bir varlığın diğer bir varlığa zarar veremeyeceğine gönülden inanması gerekir. Diğer varlıklardan gelecek zararlara karşı Allah'a sığınmak gerektiği gibi cinlerden gelebilecek zararlar hususunda da, aynı tutuma sadık kalınmalıdır. Nitekim Peygamberimizin de cinlerin insanı, etkilemesine karşı Ayetü'l-Kürsi'yi ve Felak ve Nas surelerini okuyarak bu yönde davranış gösterdiği rivayet olunmuştur."


Dediği halen aklındaydı. Artık korkacak,ürkecek bir durum da kalmamış hep birlikte yola koyulmuşlardı.


****


Çocuk ilk defa böyle bir yola gidiyordu.Amcasının oğlu yanında olmasa, anası, kendisini yalnız başına salmazdı. Zaten ona da gerekli tembihi yapmıştı.


Anası, Zeynep Hatın, ela gözlü, uzun boylu, kumral, babayiğit bir kadındı. Diri durur, erkek gibi konuşurdu. Kocası öldüğünde otuz beş yaşındaydı. Muhtar Memiş´in ani ölümü, onu biraz daha kuvvetlendirmiş, her işin altından kalkacak, bir dayanıklılık ve güven kazandırmıştı.


Babası, İsmail Ağa da varlıklı, hatırı sayılır biriydi. Malları, tarlaları ve geleni gideni boldu.Yapılacak işi de çoktu. Kızlığında, orada epeyce bir görgü ve deneyim kazanmıştı. Nişanlısı Hasan´ın ölümü üzerine, kardeşleri, ölen kocasına vermek istemeyince de, Memiş´le kaçmıştı.O nedenle kardeşleri ile arası iyi değildi. Konuşmuyorlardı. Memiş, Hasan´ın küçük kardeşi idi. Hasan´ı, hiç unutmamış arkasından maniler söylemiş, oğluna da, ismini vermişti. Bilinen bir dörtlüğü şöyleydi.


Evin önü çınar mola.

Ateş yaksam yanar mola.

Döne, döne ben ağlasam.

Eller beni kınar mola.


Cebine, yiyecek doldurur, bunları çocuklara dağıtırdı. Evinde her zaman misafiri bulunur, sohbeti ve ikramı pek severdi. Bazıları onun için, erkek gibi, konuşmayı da pek seviyor derlerdi. Bir güzel söz, hoş bir eda. İnsanlar, taş kovuğunda da yaşasalar, yoklukta da olsalar varlıklı da, hep aynıydılar. Söz söyleyenler ve sözden anlayanlar.


Çocuğun babası da, hatırı sayılır, iş bilir, birisiydi. Bir dönem muhtarlık yaptığından Muhtar Memiş diye anılıyordu. Kavakloluk´ta dut bahçesi ekmiş, o bu bölgede ilk defa ipek yetiştiriciliği yapmıştı. Çok şiddetli bir baş ağrısı geçirmiş ve aniden kırk bir yaşında ölmüştü. Isbatan´da, tarlasının ibiğine, demircik ağacının dibine, gömmüşlerdi. Hasanın -Hasan Sait de derlerdi -, birisi evlendikten kısa bir süre sonra ölmüş, evli iki ablası, bir oğlan iki kız, üç küçük kardeşi daha vardı. Ama evin en büyük erkeği, kendisi idi.


Akşam kızıllığında, ormana, sessizlik çökmüştü. Koyun ve keçi sürüleri, kavallarını, azık çantalarına sokmuş, yontulmuş düz değnekleri omuzlarında, ha bire ıslık çalan, çobanlarla birlikte, çan sesleri, kuzu melemeleri, köpek havlamalarıyla köye doğru geliyorlardı. Her tarafta, telaş içinde bağırıp çağıranların, sesleri vardı.


Burası yazın gelip oturdukları yayla yeriydi. Senenin altı yada yedi ayını burada, geri kalanını ise Akdeniz´e üç kilometre mesafede Amanos dağlarının eteğinde kurulu bulanan, Kavaklıoluk köyünde geçirirlerdi. Geçimleri hayvancılık ve ziraat üzerine idi. Bu yaylaya da Demircikdibi derlerdi.


Köyden yaya iki,üç saat mesafede, iki dere arasında, bayırda, bir sırta kurulmuş, yirmi hane evdi ve dört kucak alacak kadar bedenleri bulunan, büyük ceviz ağaçları, çok eskilerden kalma erikleri, armutları, giriş de ise tarihi ve kimlere ait olduğu bilinmeyen eski mezarları vardı. Bir zamanlar birileri, burada yaşayıp burada ölmüşlerdi. Onlardan geriye, mezarlarında, hala, çürümemiş, birkaç kemikten başka, hiçbir şey kalmamıştı. Bilinenin hepsi buydu. Belki de onların, sözden anlayanları, sözü dinlenirleri de vardı ama onlardan bize, hiçbir söz ulaşmadı. Bildiğimizin hepsi de bu.


Çetil ceviz ağacını geçip, kapsalığı açtı ve kısrağı, içeri aldı. Anası, evin önüne çıkmıştı.Yükleri, indirip, duvarın dibine koydular. Semeri de, biraz kenar yere indirdiler. Hayvanı da yan tarafta bulunan kazığa bağlayıp, su ve saman verdiler.



Çocuk, dükkandan aldıklarını, domates sandıklarının içerisine koymuştu.Götürdüğü heybeyi de öylece bomboş geri getirmişti. Kadın, sandıktan boşalttıklarını, içeri götürürken, kocasının sağlığında, birlikte, mutlu geçen günlerini, hatırladı. İçi ürpermiş, gözleri nemlenmişti.


"Bak. Oğlum Hasan." dedi biraz kızgın ve öğretici bir eda ile."Paran yoksa gölüğü sat, şehirden eve gelirken, heybeni doldur da gel.Yiyeceksiz, eve gelinmez."


***


Hamis : Perşembe


Cırlavık: Çekirge


Somurgaç : Yaprakları her zaman yeşil ve biraz yapışkan bir tür çalı.


Kapsalık : Ağaçtan yapılmış bahçe kapısı.


Bahraz : Meşe türü bir ağaç.


Fannis : Teneke kutudan yapılmış gaz yağı lambası.


Çetil : fidan